GİRİŞ
Psikolojinin
bir bilim olarak ortaya çıkışı 19. Yüzyılın son çeyreğine denk gelmektedir. Bu
bilimin ortaya çıkmasında ise insan davranışlarının ve zihinsel süreçlerinin
bilimsel yöntemlerle açıklama gayesi vardır (Kırklaroğlu, 2018). İnsanı, insan
davranışını anlama çabası ilk insandan itibaren vardır. “Ben kimim?”, “Bu
davranışıyla bize ne söylüyor?”, “İnsan davranışları arasındaki farklılıkların
kaynağı nedir?”, “Ben bir şey anlatıyorum ancak diğer insanlar çok farklı
anlıyorlar” gibi psikoloji biliminin cevap aradığı sorular çok eskiden beri
sorulmaktadır. Eskiden bu sorulara spekülasyonlar, kişisel hayat deneyimleri ve
akıl yürütmeler ile cevap aranırken, modern psikolojinin ortaya çıkmasıyla
birlikte bilimsel cevaplar aranmaya başlamıştır. Bundan dolayı psikoloji bilimi
hem insanlık tarihi kadar eskidir hem de bir o kadar yenidir. Bu ikilem
psikolog Ebbinghaus tarafından kısaca “psikoloji uzun bir geçmişe fakat kısa
bir tarihe sahiptir” diye açıklamıştır (Ertürk, 2017).
Modern
psikolojiyi kendisinden önce yapılan çalışmalardan ayıran fark insan doğasına dair
sorduğu sorulardan ziyade bu sorulara cevap ararken kullandığı metot ve
yöntemlerdir. 19. Yüzyılda fizik ve biyoloji gibi doğa bilimlerinde kullanılan
bilimsel metotların insan doğasına ve davranışlarına uygulanması psikoloji
bilimi için kilometre taşı görevi görmekteydi. Yeni psikoloji bilimi ortaya
çıktığı ilk zamanlarda daha çok insan zihnini araştırmalarına konu ediniyordu.
Çok zaman geçmeden insan doğasına dair farklı alanlar da araştırılmaya
başlandı. Böylece psikolojinin alt alanları ortaya çıkmaya başladı
(Kırklaroğlu, 2018).
Yapılan
bu çalışmada modern psikoloji temel alınmıştır. Modern psikolojinin kökenleri,
psikolojinin bilim olarak ortaya çıkışı, psikoloji etkileyen felsefi ve
bilimsel çalışmalar ve tarihi süreç içerisinde psikolojinin serüveni
anlatılmaya çalışılmıştır.
Psikolojinin Kökenleri
Bugün
kullandığımız psikoloji bilimini anlamak için bu bilimin ortaya çıktığı dönemin
önde gelen düşünce ekollerini ve sosyal, ekonomik ve toplumsal gelişmelerini
göz önünde bulundurmak önemli olacaktır. Psikolojinin felsefeden ayrı olarak
bir bilim olarak kabul görmesinin arka planında 17. Yüzyıldan itibaren gelişen
ve değişen felsefi görüşler ve fizyoloji çalışmalarındaki ilerlemeler yer
almaktadır (Schultz ve Schultz, 2012).
1- Psikolojini Felsefi Kökenleri
17.
yüzyılın temel düşüncesi, fizik biliminden doğan evrenin büyük bir makine
olarak görüldüğü mekanik ruhtu. Galileo’ya göre madde, bilardo topları gibi,
doğrudan temasla birbirini etkileyen farklı zerreciklerden veya atomlardan
oluşmuştu. Eğer evren atomlardan oluşmuşsa her bir fiziksel etki, doğrudan bir
sebebi izlerdi. Bu nedenle de ölçme ve hesaplamaya tabi olur ve önceden tahmin
edilebilirdi. Bu dönemde gözlem ve deney en çok kullanılan metotlardandı. Bilim
adamları da bu düşünceden hareketle evreni rakamlarla tanımlama girişiminde
oldular. Termometreler, barometreler, hesap cetvelleri, pusulalar ve sarkaç
saatler gibi birçok ölçüm araçları bu makine çağında geliştirildi. Amaç ise
mekanik evrenin tüm yönlerini ölçmekti (Yaylı, 2006).
Bu
mekanik ruh dönemin teknolojik harikası olan saatlere benzetilerek
açıklanmaktaydı. Evrenin ise Tanrı tarafından büyük bir saat olarak yapılıp
harekete hazır hale getirildiği görüşü hâkimdi. Bu bakış açısı her bir
hareketin neyden kaynaklandığını tahmin edebiliriz düşüncesini meydana
getirmiştir. Bu durum da determinizm düşüncesini ortaya çıkarmaktadır. Bir başka
deyişle bir saatte ortaya çıkan düşünceleri tahmin edebileceğimiz gibi evrende
meydana gelen değişiklikleri de önceden tahmin edebiliriz (Gündoğan, 1995).
Saatin
yapısını anlamak zor değildi. Bir insan saati parçalarına ayırarak onun tam
olarak nasıl çalıştığını anlayabilirdi. Benzer şekilde fiziksel evreni de en
basit parçalarına ayırarak analiz edebilirdi. Bu analiz metodu, psikoloji de dâhil
olmak üzere dönemin tüm bilim dallarını etkilemiştir. Eğer analiz yöntemi saati
ve fiziksel evreni anlamamızda işe yarıyorsa insan doğasına dair yapılan
araştırmalar için de geçerli olur muydu? Bu dönemde insanlar da saat benzeri
bir düzenekle çalışan makineler gibi görülmekteydi. Bu şekilde 17. Yüzyıldan
19. Yüzyıla kadar olan dönemde insanların bilimsel metotlarca incelenebilen
makineler gibi olduğu düşüncesi yerleşti (Yaylı, 2006).
Bu
düşüncelerle birlikte veri elde etmek için deneycilik yöntemi baskın hale
gelmeye başladı. Deneycilik yöntemi ise doğanın gözlem yoluyla doğru bilgiye
ulaşabileceğini iddia eder. Bu önemli bir dönüm noktasıydı. Çünkü bilimsel
bilgiye ulaşmak için deneysel metodu öneriyordu. Bundan önce bilgi kaynakları
antik yunan ve din temelli dogmalardı. Artık bu bilgiler kaynak olmaktan
çıkıyor ve bilimsel temelli bilgiler kaynak olarak alınıyordu. Bu dönemde öne
çıkan bilim insanlarının başında Rene Descartes geliyordu (Schultz ve Schultz,
2012).
Rene
Descartes’in bilime olan katkıları modern psikolojiyi doğrudan etkilemiştir.
Descartes’in psikolojinin gelişimi açısından olan katkısı, ruh-beden problemini
çözme girişimiydi. Ondan önce kabul edilen ruh ve beden arasında tek yönlü bir
ilişki olduğuydu. Ruh bedene muazzam düzeyde müdahale edebildiğine inanılırken,
bedenin ruh üzerindeki etkisinin oldukça zayıf olduğu düşünülmekteydi.
Descartes ise ruh ve beden arasında karşılıklı bir ilişkinin olduğunu, bedenin de
ruha önceden inanılan düşüncenin aksine güçlü bir tesir oluşturduğunu
düşünüyordu. Bu o dönem için düşüncenin değişiminde devrim niteliğindeydi. Bu
düşünce dönemin bilim adamları tarafından hızlı bir şekilde kabul edilmeye
başlandı. Böylelikle odak nokta soyut ruh kavramından, somut olan insan
bedenine dönmüş oldu. Böylelikle insan doğasını, bedenini anlamaya yönelik
bilimsel çalışmalar artmaya başlamış oldu. Bu çalışmalar da psikolojinin bilim
olarak ortaya çıkmasını hazırlayan zemini oluşturuyordu. Bu anlamda
Descartes’in yaptığı çalışmalar, daha sonra psikolojinin ilerlemesinde ana
görevi üstlenen düşüncelere katalizör olmaya devam etmiştir (Gündoğan, 1995).
Descartes’ten
sonra modern bilimin ve psikolojinin gelişimi hız kazandı. Bu defa sahneye
Auguste Comte ve pozitivizm kavramı ortaya çıkmış oldu. Pozitivizm, nesnel
olarak gözlemlenebilen gerçekleri ele almaktadır. Tartışılabilen, kişisel
deneyimlere dayalı, metafizik kökenli her türlü bilgi reddedilmiştir. Bu
dönemde pozitivizmi destekleyen başka görüşler de vardı. Materyalizm de bu
görüşlerden bir tanesidir. Materyalizm ise her şeyin fiziksel olarak
anlaşılabileceği düşüncesini savunuyordu. Materyalizm, zihinsel süreçleri
beynin anatomik yapısını ele alarak açıklamaya çalışıyordu. Pozitivizmi
destekleyen bir diğer görüş ise deneyimcilik idi. Deneyimciler ise zihnin
bilgiyi nasıl elde ettiği üzerinde duruyorlar ve bilgilerin duyumlar aracılığıyla
üretildiğini savunuyorlardı (Schultz ve Schultz, 2012).
Deneyimciliğin
önemli temsilcilerinden John Locke, insan zihninin bilgiyi nasıl edindiği
üzerine kafa yormaya başladı. Ona göre insan zihni doğuştan boş olarak
gelmekteydi ve deneyimleri sayesinde bilgi ediniyordu. Bir duyumdan (dış
uyarıcı), biri yansımadan (iç uyarıcı) oluşan iki tür deneyim bulunduğunu
söylüyordu. Bununla birlikte Locke çağrışım teorisini öne sürerek zihnin de
beden gibi bir makineye benzeyebileceği ve ele alınabileceğini belirtmiştir. Bu
psikoloji açısından önemli bir görüştü. Locke’un ardından Berkeley, çağrışım
teorisini daha ileriye taşıdı. Berkeley, duyumların çağrışımını tamamen
psikolojik bir süreç olarak açıkladı. Her iki düşünür de algının öznel doğasını
açıklamaya çalışıyordu. Bu da modern psikolojinin ortaya çıkışını hızlandırdı
(Öktem, 2017).
Dönemi
etkisine alan bu üç düşünce akımı, doğal olarak psikolojinin felsefi
kökenlerini oluşturuyorlardı. Psikoloji, Avrupa düşüncesinin pozitivizm,
empirisizm (deneyimcilik) ve materyalizm akımlarıyla yoğrulduğu bir dönemde
deneysel bir bilim haline gelmiştir (Schultz ve Schultz, 2012).
2- Psikolojinin Fizyolojik Kökenleri
Locke
ve Berkeley algının öznel olduğunu belirtmişlerdi. Bu durum astronomi
gözlemlerinde fark edilmeye başlandı. Gözlemci insanın önemi ve etkisi artık
biliniyordu. Bu durum evreni duyumları ile anlamaya çalışan bilim insanlarının
merakını cezbetti ve duyumsama ve algılama gibi psikolojik süreçleri araştırmak
durumunda kaldılar. Bu yeni araştırmalar psikoloji bilimine farkında olmadan
katkı sağlamış oluyordu (Schultz ve Schultz, 2012).
Fizyoloji
bilimi de dönemin düşüncesinden etkilenerek 18. Yüzyılın başlarında
çalışmalarında deneysel yöntemi kullanmaya başladı. Bu dönemde Alman fizyolog
Müller ve çalışmaları ön plana çıkmaktadır. Onun düşünceleri ve çalışmaları
kendisini takip eden bilim adamlarının sinir sistemindeki fonksiyonların
yerlerini bulmaya ve duyusal alıcıların sınırlarını belirlemeye yönelik pek çok
araştırmaya teşvik etmişti. Bu çalışmalar hem psikoloji hem de fizyoloji için
oldukça önemli çalışmalardır (Schultz ve Schultz, 2012).
18.
yüzyılın sonlarına doğru insan beynine ve sinir sistemine yönelik yapılan
araştırmalar oldukça fazla hale geldi ve insan beyni hakkında birçok bilgi
öğrenildi. Sinir sistemi hakkında da kayda değer çalışmalar yapıldı. Ardından
ikna edici araştırmalar hızla devam etti. 19. Yüzyılın ortalarına gelindiğinde
sinir sisteminin anatomik yapısı da açıklanmıştı. Bu bulgular insanın mekanik
olduğu düşüncesini destekler nitelikteydi. Mekanik ruh fikri dönemin düşüncesine
hakim olduğu gibi dönemin fizyolojisine de hakimdi. Bedensel araştırmalarda
kullanılan teknikler artık zihni keşfetmek üzere geliştiriliyordu. Bu durum
deneysel psikolojinin ortaya çıkmasını sağladı (Schultz ve Schultz, 2012).
Deneysel Psikolojinin Başlangıcı
Dört
bilim adamı psikolojinin temel konusu olan zihne deneysel metotların ilk
uygulamalarında doğrudan yer almıştır: Hermann von Helmholtz, Ernst Weber,
Gustov Theodor Fechner, Wilhelm Wundt. Bu dört bilim adamı da Alman’dı,
fizyoloji alanında eğitim görmüşlerdi ve 19. yüzyılın ortalarında bilim ve
fizyolojideki önemli gelişmelerin farkındaydılar.
Helmholtz’un
psikolojiyle ilgisi sinir akımlarının hızı, görme ve duyma araştırmaları
yoluyladır. Helmholtz’un döneminden önce sinir akımının ölçülemeyecek kadar
hızlı yol aldığı düşünülürdü. Helmholtz bir kurbağa ayağının bağıl kasını ve
hareket sinirini uyararak iletim hızının deneysel olarak ölçümünü sağladı. Helmholtz’un
araştırması psikolojik süreçlerin ölçülebilmesinin ve üzerinde deney
yapılabilmesinin mümkün olduğunu gösteren ilk işaretlerden birisidir (Zimbardo
ve Gerrig, 2012)
Ernst
Weber’e kadar duyu organları hakkında daha önceden yapılan araştırmalar neredeyse
sadece görme ve duyma duyumlarıyla sınırlandırılmıştı. Weber başta dokunma ve
kas duyumu olmak üzere başka alanlarda da araştırmalar yaptı. Weber
fizyolojinin deneysel metotlarını psikolojinin problemlerine uygulamasındaki
başarısıyla göze çarpan birisiydi. Weber psikolojiyi doğa bilimlerine yakın
görmüş ve zihnin araştırılmasında deneysel incelemelerin yapılmasını
kolaylaştırmaya çalışmıştır. Böylece psikolojinin felsefeyle olan bağları önemli
ölçüde zayıflatılmış oldu (Zimbardo ve Gerrig, 2012).
Fechner’in
felsefi düşüncelerinin doğruluğunu deneysel olarak saptama girişimleri
psikoloji tarihinde bir kilometre taşı olmasına rağmen, ünü felsefesinden
değil, psikofizik alanındaki çalışmalarından kaynaklanmıştır. Fechner görsel
parlaklık, dokunsal ve görsel mesafeler ve ağırlık kaldırma ile ilgili klasik
deneylerini yaparken bir metot geliştirmiş ve psikofiziğin üç temel metodundan
ikisini sistematik hale getirmiştir. Fechner’in çabaları ruhun (zihnin)
ölçülmesini mümkün kılmıştı. Bu gerçekten olağanüstü bir çalışmaydı (Zimbardo
ve Gerrig, 2012).
Wilhelm
Wundt “Psikolojinin Bilim Olarak Ortaya Çıkışı” başlığı altında incelenecektir.
3- Psikolojinin Çevresel Kökenleri
Psikolojinin
ortaya çıktığı ve geliştiği ortamları ele almak psikolojiyi anlamak açısından
önemlidir. Ekonomik fırsatlar, savaşlar, önyargı ve etnik ayrımcılık psikoloji
bilimini etkileyen çevresel etkenler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Psikoloji
Avrupa’dan ABD’ye geçince psikolojinin doğası ve çalışma alanları farklılık
gösterdi. Bu farklılığın sebebi ABD’denin ekonomik koşullarıydı. Avrupa
psikolojisinde yapısalcı ekol baskın iken ABD’de işlevselcilik ağır basıyordu. Bu
durumun en önemli sebebi ise ekonomik koşullardı. Çünkü psikoloji genç bir
bilim olduğundan dolayı üniversiteler bu yeni bilime ödeneklerinden az bir pay
ayırıyorlardı. Bununla birlikte ABD’de yaşanan sosyal değişimler (göçmenler,
halkın eğitimi vb.) psikolojinin pratik problemlere uygulanması yönünde imkânlar
sundu. Psikoloji bilim adamları ise
geçimlerini sağlamakta zorlanıyordu. Psikologlar geçimini sağlayabilmek için
bilgilerini günlük problemlere uygulama eğiliminde oldular. Bu durum uygulamalı
psikoloji alanının gelişmesine katkı sağladı (Schultz ve Schultz, 2012).
Savaşlar
modern psikolojiyi şekillendiren bir diğer çevresel etkenlerdendi. Özellikle I
ve II. Dünya savaşları uygulamalı psikolojiyi destekleyen bir ortam sundu. Bu
dönemde askeriyeye personel seçiminde psikolojik testler ve mühendislik
psikolojisi gibi alanlarda çalışmalar hız kazandı. Bu çalışmalar psikolojinin
günlük problemlerin çözümünde etkili olduğunu gösterdi. II. Dünya savaşı
esnasında Nazi zulmünden kaçan birçok Avrupalı psikolog ABD’ye yerleşti.
Böylece psikolojinin hâkimiyeti ABD’ye geçmiş oldu. Hala da etkisini
sürdürmektedir (Schultz ve Schultz, 2012).
Üçüncü
çevresel etken ise önyargı ve ayrımcılık konularıdır. Özellikle psikoloji
tarihinde kadınlara karşı bir önyargı ve ayrımcılık söz konusuydu. Kadınlar
üniversitelere kabul edilmemiş, daha az ücret verilmiş, terfi hakları elinden
alınmıştı. Bununla birlikte bazı ırklar da ayrımcılığın kurbanı olmuştu. Yahudi
araştırmacılar üniversitelere kabul edilmiyordu. Bu da dönemin siyasi etkisi
yüzündendi (Schultz ve Schultz, 2012).
Psikolojinin Bilim Olarak Ortaya Çıkışı
Psikoloji
kelimesinin bilimsel bir çalışmada ilk defa 19. Yüzyılda kullanıldığı
görülmektedir. Fransız filozof Maine de Biran (1766-1824) psikoloji sözcüğünü
kullanmıştır. Ancak o psikolojiyi daha çok felsefe açısından ele almıştır. Bu
sebeple çalışmaları modern psikolojiyi ilgilendiren yönü oldukça azdır (Delay
ve Pichot, 1975). Psikolojinin bilim olarak ortaya çıkışı 19. Yüzyılın sonları
olarak belirlenmiştir. Wilhelm Wundt’un 1879 yılında Almanya’nın Leipzig
şehrinde dünyanın ilk psikoloji laboratuvarını kurması, modern psikolojinin
başlangıç tarihi olarak kabul edilmektedir (Ertürk, 2017). Wundt ilk laboratuvarı
kurdu, ilk dergiyi yayına hazırladı ve bir bilim olarak deneysel psikolojiye
başladı. Araştırdığı alanlar daha çok zihnin yapısı ile ilgili kavramlardı.
Duyum, algı, dikkat, tepki ve çağrışımlar araştırmalarının temelini
oluşturuyordu. Wundt’un çalışmaları daha çok zihnin yapısına yönelikti, zihnin
işlevleri üzerinde durmuyordu. Bu sebeple Wundt ve takipçileri yapısalcı olarak
isimlendirilmiştir. Wundt’un laboratuvarı kısa sürede çok sayıda doktora
öğrencisinin ilgisini çekmiş ve hem Avrupa’dan hem de Amerika’dan pek çok
kişinin burada eğitim almasına zemin hazırlamıştır. Kısa sürede sayıları
çoğalan psikoloji doktorları daha sonra kendi ülkelerine dönerek orada benzer laboratuvarlar
kurma çabasına girişmişlerdir (Schultz ve Schultz, 2012).
Bununla
birlikte Wundt’un deneysel psikolojinin dışında başka bir psikoloji alanında da
yazıları bulunmaktaydı. 1900-1920 yılları arasında Halk Psikolojisi adını
verdiği on ciltlik bir çalışma yayınlanmıştı. Bu çalışma daha çok içeriği ile
önemlidir. Çünkü sosyal psikolojinin temellerini oluşturmaktadır. Wundt’un bu
çalışmaları o dönemde çok takipçi bulamadı (Ertürk, 2017).
Psikolojinin
doğumu Avrupa’da olmakla birlikte kısa bir süre içerisinde Amerika’ya göç
etmiştir. Wundt’un doktora öğrencisi Titchener, eğitimini tamamladıktan sonra
önce memleketi İngiltere’ye ardından da Amerika’ya gitmiştir. Orada kendi
laboratuvarını kurmuş ve Wundt’un çalışmalarını tercüme etmiştir. Titchener de
hocası Wundt gibi yapısalcı ekolü benimsiyordu. Bu ekol Amerika için fazla
teorik kalmıştı. O dönemim ekonomik şartları yeni bir bilim olan psikolojiye
ödenek ayırmak için yeterli değildi. Darwinci bakış açısı hâkim olan Amerika’da
bu genç bilim yeni bir açılım kazanmıştı. Amerika psikolojisi daha çok pratik
problemlerin çözümüne odaklanmıştı. Bu sebeple yeni bir ekol ortaya
çıkmaktaydı: İşlevselcilik. Böylece hem çalışmalar mali destek almaya başlamış
hem de günlük hayat problemlerinde psikoloji biliminin etkililiği kanıtlanmış
oldu. İşlevselcilik ekolü ile birlikte psikolojide yöntemler de çeşitlenmeye
başlanmış ve geniş kitleler üzerinde etkili olmaya başlamıştır (Schultz ve Schultz,
2012).
Ana Psikoloji Akımlarının Felsefi
Temelleri
1.
Davranışçılık
Wundt’un
psikolojiyi kurmasının üzerinden 40 yıl sonra 1920’lere gelindiğinde Watson’un
bir makale ile ilan ettiği üzere psikoloji, artık soyut kavramlar olan ruh,
zihin, bilinç gibi kavramlarla ilgilenmeyi bırakarak, gözlenebilir,
ölçümlenebilir, laboratuvarda sayısal
verilere dökülerek araştırılabilir davranışlar ve uyaranlar ile ilgilenmeye
başlamıştır. Watson’un nesnel olan davranışları psikolojinin temel ilgi alanı
olduğunu savunması kendisinin pozitivizmden etkilenmiş olmasıdır. Bununla birlikte
o dönemde Thorndike ve Pavlov tarafından hayvan psikolojisi üzerine yapılan
deneyler Watson’ı etkilemiştir. Watson’ın zihin ve ruh gibi soyut kavramları
bırakıp gözlemlenebilen davranışlar ile ilgilenmesi psikoloji tarihinde devrim
niteliğinde bir çalışmaydı. Bu düşünce kısa süre içerisinde Amerikan psikoloji
sistemi haline geldi (Türkçapar ve Sargın, 2012).
Davranışçılık
ekolü zaman içerisinde bazı evrimler geliştirerek psikoloji üzerindeki etkisini
devam ettirdi. Watson’cu davranışçılık 1930’a dek sürdü. İkinci aşama olan ve
Edward Tulman ve Skinner gibi çalışmalarıyla meydana gelen yeni davranışçılık
1960’a dek sürdü. Davranışçılığın üçüncü evrimi olan ve Bandura’nın çalışmaları
ile ortaya çıkan sosyal davranışçılık ise bilişsel süreçlere dönüşünceye dek
sürer. Davranışçılık ekolünün temelinde Amerikan işlemciliğinin etkisi
büyüktür. İşlemci bakış açısı fizikçi Bridgman tarafından savunulmuştu. İşlemci
bakış açısı deneysel yöntemi ve ölçülebilir kavramları ele alır. Bu sebeple
ruh, zihin gibi soyut kavramları ölçmek anlamsızdır görüşünü savunur. İşlemci
görüş kısa zaman içerisinde muhaliflerini oluşturdu. Davranışçılık da zaman
içerisinde diğer bilimlerde olduğu gibi evrilmeye devam etti. Günümüzde ise çok
farklı bir hale büründü (Schultz ve Schultz, 2012).
2.
Gestalt
Psikolojisi
Amerika’da
davranışçı ekol gelişirken o sırada Almanya’da Wundt’çu psikolojiye karşı çıkan
Gestalt psikolojisi şekilleniyordu. Gestalt’çiler bilinci kabul etmiş ancak
onun atomlarına indirgenmesi düşüncesine karşı çıkmışlardır. Gestalt
psikolojisi bir bütün kendisini oluşturan parçaların toplamından farklıdır
görüşünü savunur. Bu düşünce Alman filozof Immanuel Kant’ın felsefesine
dayanmaktadır. Kant ile birlikte fizikçi Mach Gestalt devrimi üzerinde etkili
olmuştur. Mach, bir nesneye göre uzaysal konumumuzu değiştirmemize rağmen,
nesneye ait görsel ve işitsel algımızın değişmediğini iddia eder. 19. Yüzyılın
son zamanlarının zeitgesti de Gestalt psikolojisini oldukça etkilemiştir.
Özellikle de fizik alanında meydana gelen değişimler etkisini göstermiştir. Bu
dönemde Newton’cu fizik yerine manyetizma görüşü savunulmaya başlanmıştı.
Böylelikle atomik fizik yerine, bütüncül bir fizik anlayışı ortaya çıkmaktaydı.
Bu değişim ise psikolojiyi direkt olarak etkilemiş oldu (Schultz ve Schultz,
2012).
3.
Psikanaliz
Üç
temel kaynak psikanalizin resmen kurulmasında oldukça etkili olmuştu. Bunlardan
birincisi bilinçaltı psikolojik fenomenlerin doğası hakkındaki felsefi kuramlar
ikincisi psikopatolojideki ilk çalışmalar, üçüncüsü ise evrim teorisidir. Bilinçaltı
kavramı Platon’a kadar uzanmakla birlikte biz yine çalışmamızın esas aldığı 17.
Ve 19. Yüzyıl arasındaki dönemi ele alacağız. Bu dönemde karşımıza çıkan ilk
isim Alman matematikçi Wilhelm Leibnitz ve onun monadoloji teorisidir. Leibnitz
monadların faaliyetlerinin bilinç dereceleri bakımından farklı olduklarına,
tamamen bilinçaltı olandan en açık veya kesinlikle bilinçli olana dek
sıralandığına inanmıştı. Ardından Johann Friedrich Herbart, Leibnitz’çi
bilinçaltı görüşe eşik kavramını getirdi. Eşiğin altındaki fikirler
bilinçaltıdır. Bir fikrin bilince yükselmesi için, daha önceden bilinçte olan
fikirlerle uyuşabilmesi gereklidir. Bunlarla uyum içinde olmayan fikirler, aynı
zamanda bilinçte barınamazlar ve konuyla ilgisi olmayan fikirler bilinçaltına
itilir ve Herbart’ın bastırılmış fikirler dediği fikirleri oluştururlar. Ayrıca
Fechner de bilinçaltı teorilerinin geliştirilmesine katkıda bulundu. Eşik
kavramını kullandı, fakat onun önerisi zihnin bir buz dağına benzediği
yönündeydi. Şöyle ki, buzdağının önemli bir bölümü yüzeyin altında kalan ve
görünmeyen buzdağını, yani zihnin gözlemlenemeyen güçler tarafından idare
edilen bölümünü temsil eder. Bu benzetme Freud üzerinde büyük bir etki
bırakmıştır. Bununla birlikte Freud, Fechner’in çalışmalarından etkilenerek haz
ilkesi, zihinsel enerji, zihnin topografik yapısı ve yıkıcı içgüdünün önemi
gibi kavramlarını üretmiştir. Bilinçaltı kavramı o dönemin zeitgeistinde büyük
bir yer kaplıyordu (Schultz ve Schultz, 2012).
Psikanaliz
psikolojisi akademisi içinde gelişmedi. Bu sebeple kendisinden önce gelen
herhangi bir akımı destekleyen ya da karşı çıkan bir tutum içerisinde değildi.
Psikanaliz klinik gözlemlere dayanıyordu. Klinik bakış açısındaki değişim
psikanalizi etkilemiştir. 19. Yüzyıla kadar akıl hastalıkları şeytan girmiş,
cin çarpmış gibi akıl dışı kavramlarla açıklanıp bu kimseler tedavi edilmez
hatta tam tersi öldürülürdü. 19. Yüzyılda Fransız doktor Pinel ruhsal
hastalıkların doğal bir süreç olduğunu ve tedavi edilebileceğini önermesiyle bu
hastalara bakış değişti ve tedavi yöntemleri aranmaya başlandı. Psikanaliz de
ruhsal kaynaklı olduğunu düşündüğü hastalıklara çare olmak amacıyla ortaya
çıktı (Namal, 2013).
Darwin,
Freud’u en çok etkileyen düşünürdür. Freud, Darwin’in tartıştığı pek çok konuyu
psikanalizin ana meselesi olarak ele almıştı. Bu konular arasında bilinçaltı,
zihinsel süreçler ve çatışmalar, rüyaların önemi, garip davranış semptomlarının
gizli sembolleri ve cinsel heyecanın önemi vardı. Bununla birlikte Darwin’in
insanların cinsellik ve açlık başta olmak üzere biyolojik güçler tarafından
yönetildiği görüşü Freud tarafından kabul görmüştür (Schultz ve Schultz, 2012).
Freud
ve psikanalizden sonra psikolojide birçok yeni görüş ortaya çıktı. Bunlardan
kimisi (Anna Freud, Melaine Klein ve Heinz Kohut) Freud’u destekleyen ve
psikanalizi evrimleşmesine yol açan çalışmalar yaparken, bir kısmı (Carl Jung,
Alfred Adler ve Karen Horney) da tamamen karşı çıkarak kendi bakış açıları
getirmişlerdir. Artık tek bir psikanaliz yoktu.
4.
Bilişsel
Psikoloji
1960’lı
yıllarda Amerikan psikolojisinde iki farklı akım ortaya çıktı: Bilişsel
psikoloji ve evrimsel psikoloji. Davranışçıların bilinci kati olarak
reddetmesinin ardından psikoloji bilinç kavramını yeniden kazanıyordu. Aslında
bilinç kavramı psikolojinin ilk çalışmalarında yer alıyordu, bu sebeple yeni
bir kavram değildi. Davranışçılığı mekanik bulan bazı psikologlar algıya ve
bilişe ihtiyaç duymuştur. Böylece bilince olan ihtiyaç artıyordu. Bu dönemde
bilişsel psikolog Jean Piaget’in çalışmaları oldukça önemliydi. 20. Yüzyılın
ortalarında fizikte de değişimler meydana geliyordu. Fizikteki bu yeni bakış
açısı diğer bilimleri de etkiledi. Artık fizik, mekanik bir evren değil, nesnel
bilgiyi öznel oluşuyla tanımlıyordu. Bu değişimden sonra bilişe odaklanılmaya
başlandı. 20. Yüzyılda insan zihni saat ile değil bilgisayar metaforuyla
açıklanıyordu. Bilişsel bilim olarak isimlendirilen bu yeni bakış açısı
bilişsel psikolojinin, dil biliminin, felsefenin, bilgisayar bilimlerinin, yapay
zekanın ve nörolojinin bir karışımıydı (Türkçapar ve Sargın, 2012).
5.
Evrimsel
Psikoloji
Evrimsel
psikoloji, hayvan davranışları, biyoloji, genetik, nöropsikoloji ve evrim
teorisi gibi bilimlerden yararlanan geniş bir alandır. İsminden de tahmin
edilebileceği üzere kendisine evrimsel psikoloji diyen bu hareket, Charles
Darwin ve en iyinin hayatta kalması kavramını ortaya atan Herbert Spencer’a dayanmaktadır.
Evrimsel psikolojinin ortaya çıkmasını sağlayan bir diğer etken de
sosyobiyolojidir (Schultz ve Schultz, 2012).
6.
Hümanist
Psikoloji
1960’lı
yıllarda Amerika’da psikolojide davranışçılıktan ve psikanalizden sonra üçüncü
güç olarak hümanist psikoloji akımı gelişmeye başladı. Hümanist düşüncenin
kökleri Gestalt ekolünde ve psikanalizde görülebilir. Yeni psikanalizciler
insanın özgür irade sahibi ve geçmişten olduğu kadar bugünden de etkilenen
bilinçli ve yaratıcı insanlar olduğunu savunmuşlardı. Bununla birlikte dönemin
Amerika’sında mekanik ve materyalist bakış açısına dair bir karşı çıkış
hareketi başlamıştı. Bu muhalif grubunun düşüncelerinin temelinde insanın
mükemmelliğine olan inanç, şu anın önemi, kişinin düşüncelerini özgürce ifade
edebilmesi ve haz arayışlarını giderme yer alıyordu. Bu düşünce de hümanist
psikoloji hareketini etkilemiştir. Bu kuramın önemli savunucuları ise Carl Rogers
ve Abraham Maslow’dur (Schultz ve Schultz, 2012).
7.
Pozitif
Psikoloji
20.
yüzyılın sonlarına doğru dönemin APA başkanı Martin Seligman tarafından gündeme
getirildi. Temellerini kendisinden 30 yıl önce meydana gelen hümanist
psikolojiye dayandırmaktadır. Psikolojinin daha çok olumsuz duygu ve
davranışlar üzerinde durduğunu söyleyen Seligman, insan doğasında diğerkamlık,
cesaret, dürüstlük, saygı, yılmazlık gibi olumlu duygu ve davranışların da
olduğunu ve bunları vurgulamanın önemli olduğunu savunmuştur (Schultz ve Schultz,
2012).
SONUÇ VE TARTIŞMA
Bir
bilim dalında uzmanlaşmak isteyen kimse, o bilimin tarihini öğrenmekle işe
başlamalıdır. Bu sebeple psikoloji lisans programlarının ilk senelerinde giriş
dersleri yer almaktadır. Ebbinghaus, psikolojinin geçmişi eski, tarihi yenidir
der. Psikolojinin bu kısa tarihinde birçok yaklaşım ortaya çıkmıştır. Tek bir
psikolojiden ve yaklaşımdan söz etmek doğru olmayacaktır. Her bir yaklaşım
kendisinden önceki yaklaşımda eksiklikler görmüş ve değiştirmek için harekete
geçmiştir. Bu hareketlerin her biri de psikoloji literatürüne katkıda
bulunmuştur. Psikoloji biliminin ve yaklaşımlarının ortaya çıkmasında dönemin
felsefi düşünceleri ve doğa bilimlerindeki gelişmeler etkili olmuştur. Bu
yaklaşımları ele alırken o dönemin bağlamını göz önünde bulundurmak ilgili
yaklaşımı anlamak açısından oldukça önemlidir.
Bu
çalışma yapılırken Türkçe kaynaklarda yeterince psikoloji tarihi, kuramları etkileyen
felsefi ve bilimsel çalışmalara rastlanmamıştır. Bunun sebebini Filozof Teoman
Duralı’nın “İnsanların meyilleri olduğu gibi milletlerin de meyilleri vardır.
Türk milletinin felsefeye, teoriye meyli yoktur” sözü açıklayabilir.
KAYNAKÇA
Delay,
Jean-Pichot, Pierre (1975). Psikolojinin Tanımları, Metodları, ve Komşu
Disiplinlerle İlgileri, (Çev. Erdoğan Fırat), Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Cilt: 20, (1), ss. 323-343.
Ertürk, E. M. Bilimsel Psikolojinin Tarihsel
Süreci Üzerine. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 7(14),
161-180.
Gerrig,
R. J., & Zimbardo, P. G. (2012). Psikolojiye giriş: Psikoloji ve
yaşam. Çeviri Edt: Gamze Sart. Nobel Yayıncılık: Ankara.
GÜNDOĞAN,
A. O. (1995). Descartes’ te Mekanizm. Felsefe Dünyası Dergisi.
Kırklaroğlu,
H. (2018). BİLİM TARİHİ AÇISINDAN PSİKOLOJİ VE BİLİMSELLİĞİ ÜZERİNE TARTIŞMA.
Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 5(13), 194-210.
Namal,
A. (2013). Psikiyatri Tarihçesi Işığında Ruh Hastalarının Zorla Tedavilerine Etik
Açıdan Genel Bir Bakış. Türk Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Araştırmaları
Yıllığı The Turkish Annual of the Studies on Medical Ethics and Law Türkisches
Jahrbuch für Studien zu Ethik und Recht in der Medizin, 41.
Öktem,
Ü. (2017). John Locke ve George Berkeley’in Kesin Bilgi Anlayışı. Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 43(2).
Schultz, D. P., & Schultz, S. E. (2012).
Modern Psikoloji Tarihi çev: Yasemin Aslay. İstanbul: Kaknüs Yayınları.
Türkçapar,
M. H., & Sargın, A. E. (2012). Bilişsel davranışçı psikoterapiler: tarihçe
ve gelişim. Bilişsel Davranışçı Psikoterapi ve Araştırmalar Dergisi, 1(1),
7-14.
Yayla, H. (2006). Mekanik düşünceden ekolojik
düşünceye: Yeni bir insan-doğa ilişkisi tasarımının doğuşu. Sosyoloji
Konferansları, (34), 67-82.